
422. Bülten’den
Patriyarkal İdeolojik Savaş ve Toplumsal Yaşamın Kuşatılması Türkiye’de kadınların yaşam biçimlerine, kıyafetlerine ve eşit yurttaşlık taleplerine yönelik müdahaleler yoğunlaşırken, aynı anda savaşın farklı yüzleri de […]

Patriyarkal İdeolojik Savaş ve Toplumsal Yaşamın Kuşatılması Türkiye’de kadınların yaşam biçimlerine, kıyafetlerine ve eşit yurttaşlık taleplerine yönelik müdahaleler yoğunlaşırken, aynı anda savaşın farklı yüzleri de […]

Barışı Ağlarla Örmek: Kapitalizm, Patriyarka ve Posthumanist Etik” 1 Eylül Dünya Barış Günü, savaşların tarihsel yıkıcılığının yanında bugün dünyanın farklı coğrafyalarında süren çatışmaların yarattığı acıları […]

Uygarlığın ilk inşasından bu yana erkekler sömürgeci egemen sistemle barışık yaşamıştır. Erkekler tarihsel olarak uygarlığın patriyarkal karakteriyle uzlaşma içinde olmuş, ekonomik ve siyasal sebeplerle birbiriyle […]

Her yaz olduğu gibi, 2025 yılı yazında da ülkemiz büyük orman yangınlarıyla karşı karşıya kaldı. Bu yangınlar yalnızca ağaçlarımızı, kuşlarımızı, bitkilerimizi ve böceklerimizi değil; maalesef […]
2025 yazı, artık mevsimlerin değil, iklim sisteminin dönüşümünü kayda geçirdiğimiz bir eşik olarak karşımızda duruyor. Türkiye genelinde ortalama sıcaklıklar, son 50 yılın en yüksek seviyelerine ulaştı. Meteorolojik veriler, bu artışın yalnızca kısa vadeli bir dalgalanma değil, uzun vadeli bir yapısal kırılmanın parçası olduğunu gösteriyor. Artık yalnızca yaz mevsiminin uzamasından değil, kışın kısalmasından, ilkbaharın neredeyse tamamen silinmesinden söz ediyoruz. Yağış rejimleri altüst olmuş durumda. Kimi bölgelerde mevsimsel yağış %60’lara varan oranlarda azalmışken, kimi bölgelerde kısa süreli ama aşırı şiddetli yağışlarla altyapı çöküşleri yaşanıyor. Türkiye’nin neredeyse yarısı, 2025 Temmuz ayı itibariyle “ağır meteorolojik kuraklık”[1] kategorisinde değerlendiriliyor.
Tüm bu yaşadıklarımız, artık “istisnai hava olayları” olarak değil, iklim sisteminin kalıcı biçimde değiştiği yeni bir doğa düzeni olarak değerlendirilmek zorunda. Küresel ısınmanın etkisiyle atmosferdeki enerji birikimi arttıkça, jet akımları (yüksek atmosferde batıdan doğuya doğru esen hava nehirleri) yön değiştiriyor ve mevsimsel hava sistemlerinin yer değiştirmesine neden oluyor[2]. Bu durum, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası’nda “yarı kurak-sıcak iklim kuşağının” kuzeye doğru genişlemesiniberaberinde getiriyor. Buna paralel olarak, yükselen sıcaklıklar atmosferdeki su buharı miktarını artırıyor. Su buharının artması ise bir yandan şiddetli yağışların (ani sel ve taşkın riskleri) sıklığını artırırken, diğer yandan düzenli ve dengeli yağış rejimlerinin bozulmasına yol açıyor3. Sonuç olarak sadece ortalama sıcaklıklar değil, su kaynaklarının döngüsü, tarımsal üretim takvimi ve ekosistemlerin doğal dengesi de bu yeni düzen içinde istikrarsızlaşıyor[3].
Türkiye’nin İklim Politikaları: Vizyon Eksikliği, Strateji Tutarsızlığı
Paris İklim Anlaşması (2015)[4], 22 Nisan 2016’da New York’ta düzenlenen imza töreninde 175 ülkenin ilk gün imza koymasıyla, Birleşmiş Milletler tarihinde bir anlaşmaya tek günde en çok ülkenin imza attığı olay olarak kayıtlara geçmiştir. Türkiye ise 2016’da anlaşmayı imzalamış ancak onay sürecini ancak 6 Ekim 2021’de tamamlayarak anlaşmayı en geç onaylayan G20 ülkelerinden biri olmuştur. Bu gecikme, küresel iklim yönetişimi mekanizmalarına entegrasyon açısından önemli bir politika zafiyetine işaret etmiştir. Dahası, Türkiye’nin 2021 sonrası sunduğu güncellenmiş Ulusal Katkı Beyanı (Nationally Determined Contribution – NDC), emisyon azaltımı yönünde mutlak bir hedef öngörmek yerine, 2030 yılına kadar sera gazı emisyonlarını referans senaryoya göre %41 oranında azaltmayı taahhüt etmektedir. Ancak bu referans senaryo, bugünkü emisyon seviyelerinin oldukça üzerinde projeksiyonlar içerdiğinden, taahhüt edilen azaltım teknik olarak net bir emisyon artışı anlamına gelmektedir1. Özetle, Türkiye’nin iklim politikaları hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yapısal çelişkiler ve kurumsal eksikliklerle karakterize edilmektedir.
Ülke düzeyinde hâlâ bir “İklim Kanunu” bulunmamakta, yasal ve kurumsal altyapı dağınık bir biçimde çok sayıda mevzuat ve yönetmelik arasında parçalanmış durumdadır. İklim eyleminin yerelleştirilmesi açısından kritik önemde olan yerel yönetimlerin iklim uyum planları ya hiç hazırlanmamış ya da hazırlanan planlar somut hedef ve kaynak tahsisi açısından yetersizdir. Bu durum hem kurumsal kapasite eksikliği hem de merkezi otorite tarafından sağlanması gereken teknik ve mali desteğin zayıflığıyla ilişkilidir.
Tarım sektöründe, kuraklıkla başa çıkmaya yönelik iklim senaryolarına dayalı üretim planlaması yapılmamaktadır. Meteorolojik risklere dayalı ürün desen değişikliği, su verimliliği politikaları ve sürdürülebilir sulama tekniklerine geçiş hâlâ kapsamlı bir stratejiye bağlanmamıştır. Su yönetimi, halen DSİ, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile yerel yönetimler arasında dağınık ve eşgüdümsüz biçimde yürütülmekte, havza bazlı entegre su politikaları oluşturulamamaktadır.
Enerji sektöründe ise fosil yakıt bağımlılığı devam etmektedir. Yeni termik santral lisansları verilmeye devam edilmekte, kömür teşvikleri bütçede açıkça yer almakta ve doğalgaz altyapısına yapılan yatırımlar sürmektedir. Yenilenebilir enerji üretimi teknik olarak artsa da, şebeke entegrasyonu, depolama sistemleri, yenilenebilir destekleme mekanizmalarının şeffaflığı gibi yapısal başlıklarda ilerleme yavaştır.
Sonuç olarak, Türkiye’nin iklim politikası vizyonu, krizin karmaşık doğasını kavrayan, sektörel geçişleri planlayan ve iklim adaletini merkezine alan bütüncül bir yönetişim yaklaşımından uzaktır. Kamu yararına planlama, bilimsel rehberlik ve mühendislik temelli stratejik karar alma süreçleri yerine, kısa vadeli büyüme hedefleri ve merkeziyetçi yönetim anlayışı öncelenmektedir. Bu koşullar altında, Türkiye iklim krizine karşı yalnızca savunmasız değil, aynı zamanda kırılgan bir pozisyonda bulunmaktadır.
İklim sistemindeki bu kırılma yalnızca sıcaklık göstergelerinde değil, yeryüzünün doğrudan tahrip olduğu alanlarda da kendini göstermektedir. Türkiye’nin 2025 yazında karşı karşıya kaldığı yaygın ve yüksek şiddetli orman yangınları, yalnızca iklim krizinin tetiklediği doğal olaylar olarak değil, aynı zamanda sosyo-teknik sistem zafiyetlerinin ve kamu politikalarındaki koordinasyonsuzluğun bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Meteorolojik analizler, 2025 Haziran–Temmuz döneminde Türkiye’nin batı, güney ve iç bölgelerinde hem ortalama hem de maksimum sıcaklıkların 30 yıllık normallerin 6–8°C üzerine çıktığını, bağıl nem oranının %20’lerin altına gerilediğini ve rüzgâr hızlarında istatistiksel olarak anlamlı artışlar olduğunu ortaya koymaktadır. Bu atmosferik koşullar, yangın tehlike endekslerini (Fire Weather Index –FWI) kritik seviyelere taşımış ve yangınların hızlı yayılımını kolaylaştırmıştır[5].
Ancak yangınların bu denli kontrolsüz ve yıkıcı bir hâl almasının tek nedeni iklimsel koşullar değildir. Bu durumun ardında üç temel teknik ve yapısal problem yatmaktadır:
Türkiye’de orman yangınlarının giderek yaygınlaşması ve kontrol altına alınmasındaki güçlükler, sadece iklimsel koşullara değil, aynı zamanda yangın yönetimine dair altyapısal, kurumsal ve politik zafiyetlere dayanmaktadır. Öncelikle, yangına müdahale kapasitesi niceliksel ve niteliksel açıdan yetersizdir. Yangın söndürme uçakları ve helikopterlerinin sayısı, yangın riski yüksek bölgelerin büyüklüğüyle kıyaslandığında oldukça düşüktür. Mevcut hava araçlarının büyük bölümü satın alma değil, kiralama yoluyla temin edilmekte ve bu araçların idaresi her yıl değişen özel firmalara bırakılmaktadır.
Karadan müdahale için kritik önem taşıyan orman içi ulaşım yollarının birçok bölgede ya hiç açılmamış olması ya da bakım görmediği için kullanılamaz durumda bulunması, yangın anında zamanla yarışan ekiplerin etkinliğini önemli ölçüde azaltmaktadır. Buna ek olarak, Türkiye’de erken uyarı sistemleri ile yangın risk haritalaması arasında bütünleşik bir dijital veri altyapısı oluşturulmamış, meteorolojik veriler, saha gözlemleri ve uzaktan algılama sistemleri entegre biçimde değerlendirilmemektedir. Bu eksiklik, yangınların ilk 30 dakikalık kritik evresinde müdahalenin gecikmesine, yangının hızla yayılmasına ve kontrol edilemez hâle gelmesine yol açmaktadır.
Diğer yandan, ormancılık politikaları da uzun süredir ekolojik temelden uzaklaşmış durumdadır. Ekosistem bütünlüğü ve yangın direnci yerine, ekonomik getiri odaklı bir ormancılık yaklaşımı benimsenmiş, bu kapsamda, monokültür çam plantasyonları teşvik edilmiş, doğal tür çeşitliliği azalmış ve orman alanları enerji altyapısı, turizm yatırımları ve imar izinleriyle parçalanmıştır. Bu da ormanların yangına duyarlılığını artıran yapısal bir kırılma yaratmıştır.
Tüm bunların yanı sıra, yangınlarla mücadelede görevli kurumlar arasında hâlâ açık ve işler bir görev tanımı ile kriz anı protokolü bulunmamakta, merkezi otorite ile yerel yönetimler arasında eşgüdüm sağlanamamaktadır. Mühendis odaları, meslek birlikleri ve üniversiteler gibi teknik uzmanlık birikimi yüksek birimler, karar süreçlerine sistematik biçimde dâhil edilmemektedir. Oysa yangın yönetimi, başta orman, çevre, makina, meteoroloji, harita ve inşaat mühendisliği olmak üzere çok-disiplinli bir bilgi ve koordinasyon alanıdır. Bu alanların dışlanması, yangınla mücadeleyi yalnızca operasyonel bir refleks düzeyinde tutmakta, önleyici ve sürdürülebilir bir yangın yönetim sisteminin kurulmasını engellemektedir.
Özet olarak, Türkiye’de yaşanan orman yangınları, iklim krizinin en görünür tezahürü olsa da asıl kriz kurumsal hazırlıksızlık, mühendislik temelli planlama eksikliği ve ekolojik yönetim anlayışının zayıflığıdır. Yangınları yalnızca doğa kaynaklı felaketler olarak değil, kamusal sorumluluğun test edildiği alanlar olarak okumak zorundayız.
Mühendislik disiplini, yalnızca yangın çıktığında müdahale eden değil, yangın hiç çıkmasın diye sistem kuran, bilimsel risk analizi yapan, veri temelli uyarı modelleri geliştiren, teknik kapasiteyi kamu yararı doğrultusunda örgütleyen bir meslek anlayışıyla hareket etmek zorundadır. Ancak bu anlayış, yalnızca teknik bilgiyle değil, aynı zamanda mesleki özerklik ve kurumsal katılımla mümkün olur. Ne var ki son yıllarda, Türkiye’de mühendislik disiplinleri giderek siyasal karar süreçlerinden dışlanmakta, meslek odaları kamusal bilgi üretiminden koparılmakta ve bilimsel raporlarıyla değil, siyasal duruşlarıyla yargılanmaktadır. Özellikle TMMOB’a bağlı odaların görüşleri, imar, enerji, çevre ve afet politikalarında yok sayılmakta, hazırladıkları bilimsel raporlar görmezden gelinmekte, hatta bu kurumlar itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Oysa orman yangınları, sel felaketleri, yapı stoku çöküşleri ve altyapı krizleri gibi çok boyutlu afetler, ancak disiplinler arası bilgi üretimi ve demokratik katılımla önlenebilir. Mühendislik bilgisi ile kamusal karar süreçleri arasında kurulacak köprüler, yaşamı koruyan en temel güvenlik hattını oluşturur. Bu köprü yıkıldığında, yalnızca ormanlar değil, toplumsal hafıza, yerel bilgi, yaşanabilir gelecek de küle döner. Eğer bilim, kamu yararı ve mesleki sorumluluk iktidarın çıkar hesaplarına feda edilirse, alevler yalnızca doğayı değil, toplumun düşünme ve örgütlenme kapasitesini de yakmaya devam eder.
MMO İzmir Şube 32. Dönem Yönetim Kurulu
[1] Ağır kuraklık” veya teknik ifadesiyle “şiddetli meteorolojik kuraklık” (severe meteorological drought), yağışın uzun yıllar ortalamasının %40 ila %60 altına düştüğü durumları ifade eder.
[2] Intergovernmental Panel on Climate Change (IPCC), Sixth Assessment Report – Working Group I: The Physical Science Basis, 2021. Bölüm 2.3: “Atmospheric Circulation and Jet Stream Displacement”
[3] Türkiye Meteoroloji Genel Müdürlüğü (MGM), 2023 İklim Değerlendirme Raporu ve Kuraklık Değerlendirme Atlası, 2024.
[4] https://unfccc.int/sites/default/files/english_paris_agreement.pdf
[5] Meteoroloji Genel Müdürlüğü (MGM), 2025 Temmuz Yangın Riski Raporu ve SPI/FWI Verileri & TMMOB Orman Mühendisleri Odası Raporları, 2021–2024
