419. Bülten’den

Toprağa ve Yaşama Saldırı; Zeytin Yasası

Savaş sadece cephelerde, bombalarla ve silahlarla yaşanmaz. Bazen bir yasa tasarısında, bazen bir ruhsat kararında, bazen de diplomasi masalarında daha sessiz ama aynı derecede yıkıcı biçimde karşımıza çıkar. Yaşam alanlarını, doğayı ve insanın toprakla kurduğu bağı hedef alan bu saldırılar, çoğu zaman görünmez kılınır. Türkiye’de yeniden gündeme getirilen Zeytin Yasası da doğrudan toprağa, geçim kaynaklarına ve yaşam kültürüne yöneltilmiş bir tehdittir. Zeytin ağacı, bu coğrafyada yalnızca bir tarım ürünü değildir. Binlerce yıldır insanın toprağa tutunma biçimidir. Gövdesinde tarih taşır, dallarında geçim, köklerinde ise direnç. Anadolu’dan Ege’ye, Akdeniz kıyılarından Mezopotamya’ya kadar uzanan bu kadim ağaç salt meyve vermekle yetinmez, aynı zamanda bir kültürü, bir yaşam bilgisini, nesilden nesile aktarılan bir hafızayı da besler. Zeytin, kırsal ekonominin omurgası olduğu kadar, toplulukların doğayla kurduğu ilişkinin, birlikte üretmenin ve birlikte var olmanın da simgesidir. Her hasatta yalnızca zeytin toplanmaz, aynı zamanda yüzyıllardır bu topraklarda var olmanın, direnmenin ve yaşamı sürdürmenin bilgisi de yeniden üretilir.

Bu Yasa Neyi Hedefliyor, Ne Yok Ediyor?

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülen ve kamuoyunda “Zeytin Yasası” olarak bilinen düzenleme, zeytinlik alanların maden, enerji ve sanayi faaliyetlerine açılmasının önünü açıyor. Bu yasa, zeytinliklerin uzun yıllardır sahip olduğu yasal koruma kalkanını zayıflatıyor. “Kamu yararı” ifadesiyle gerekçelendirilen bu değişiklik, aslında tarım alanlarının sanayi ve enerji sektörüne tahsis edilmesini meşrulaştırıyor. Yasa teklifinin 11. maddesi, elektrik üretimi amacıyla yürütülecek madencilik faaliyetlerinin zeytinlik alanlarda yapılabileceğini açıkça ifade ediyor. Santrallerin sürdürülebilirliği için zeytin bahçelerinin altında bulunan kömür rezervlerinin çıkarılması hedefleniyor. Bu, yalnızca tekil bir uygulama değil; Türkiye’nin farklı bölgelerinde enerji ve maden projelerinin önünü açacak emsal bir düzenleme niteliği taşıyor.

Yasa, söz konusu alanlardaki zeytin ağaçlarının “taşınabileceğini” veya “yerine yenilerinin dikileceğini” öne sürse de tarım uzmanları ve bilim insanları bu yaklaşımın gerçeklikle bağdaşmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. Özellikle yüzlerce yıllık kadim zeytinlikler, taşındıklarında ya hayatta kalamıyor ya da taşındıkları yerde aynı verimliliği ve kaliteyi sağlayamıyor. Zeytin, yalnızca toprağa bağlı olmayan, toprağın mikroklimasına, biyolojik yapısına ve ekosistemine sıkı sıkıya bağlı olan bir varlık.

Sözkonusu düzenlemenin hayata geçmesi, yalnızca doğal çevreyi değil, aynı zamanda bölge halkının ekonomik ve sosyal yaşamını doğrudan tehdit ediyor. Küçük üreticiler, aile çiftçileri ve özellikle kadın emeğine dayanan kooperatifler, üretimden ve geçim kaynaklarından koparılacak. Toprak yapısının bozulması, su kaynaklarının kirlenmesi ve hava kirliliğinin artması ise bölgedeki biyoçeşitliliği geri dönüşsüz şekilde tahrip edecek. Bu süreç, kırsal göçü hızlandırarak köylerin boşalması, bölgesel nüfus yapısının değişmesi ve sosyal dokunun çözülmesi gibi sonuçlar doğuracak. Ayrıca zeytinlikler gibi karbon yutaklarının yok edilmesi, iklim kriziyle mücadelede önemli kayıplara yol açacak. Bölgesel ölçekte başlayan bu ekolojik yıkım, uzun vadede küresel çevre krizinin derinleşmesine önemli ölçüde negatif yönde etki edecek. Bu düzenleme görünürde bir hukuk metni, bir kalkınma planı gibi sunulsa da özü itibarıyla, insanları toprağından, geçiminden ve yaşam alanından koparmanın yasal zeminini oluşturmaktadır. Doğa, insan ve kültür, kısa vadeli ekonomik çıkarlar uğruna gözden çıkarılmaktadır.

Savaşın Dinamikleri: İsrail ve İran

Yaşam alanlarına yönelik saldırılar yalnızca yasal kılıflarla sınırlı değil. Dünyanın başka coğrafyalarında çok daha açık, çok daha yıkıcı ve sıcak bir biçimde sürüyor. İsrail ve İran arasında son dönemde tırmanan gerilim, bu tablonun en çarpıcı ve yakıcı örneklerinden biri. Bu gerilimi anlamak için meseleyi iki devlet arasındaki sıradan bir diplomatik kriz gibi görmek, sorunun tarihsel ve yapısal boyutunu gözden kaçırmak demektir. Çünkü bu çatışmanın kökleri, 1948 yılında İsrail’in kuruluşuyla birlikte Filistin halkının topraklarından zorla sürülmesine ve işgal politikalarının başlamasına dayanıyor. İsrail’in kuruluşu, bölgede yalnızca yeni bir devletin ortaya çıkışı değil; aynı zamanda yüz binlerce Filistinlinin yerinden edilmesi, köylerinin yok edilmesi ve topraklarına el konulması anlamına geldi. Filistin meselesi, Orta Doğu’daki tüm gerilimlerin ve bloklaşmaların merkezinde yer aldı ve almaya devam ediyor. İran-İsrail gerilimi ise, 1979’da İran’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla yeni bir boyut kazandı. Öncesinde iki ülke arasında stratejik iş birliği varken, Humeyni rejiminin kurulması sonrası İran İsrail’i meşru bir devlet olarak tanımayı reddetti. Bu durum, Filistin meselesini İran’ın dış politikasının merkezine yerleştirdi.

1980’lerden itibaren İran, İsrail’e karşı Hizbullah (Lübnan) ve Hamas (Filistin/Gazze) gibi gruplar üzerinden dolaylı savaş yürütmeye başladı. Bu, yalnızca bir ideolojik tercih değil, Filistin davası üzerinden bölgesel güç dengelerini şekillendirme stratejisidir. İsrail ise İran’ın bu etkinliğini ve özellikle nükleer programını kendi varlığına yönelik doğrudan tehdit olarak gördü. Bu süreç, siber saldırılar, suikastlar ve tarafların birbirine dolaylı yürüttüğü savaşlarla sürdü. Ancak gerilim 2024’te Gazze’de başlayan büyük saldırılarla birlikte açık savaşa evrildi. İsrail’in Gazze’ye yönelik ağır operasyonları, İran destekli grupların yanıtları ve ardından İsrail’in Şam’daki İran konsolosluğunu vurması, iki ülke arasında doğrudan çatışma riskini en üst seviyeye taşıdı. İran’ın İsrail topraklarına gerçekleştirdiği füze saldırıları bu süreci açık bir şekilde sıcaklaştırdı.

Bu tablo, yalnızca iki devletin güç mücadelesi değildir. Filistin halkının varoluş mücadelesi üzerinden şekillenen ve bölgeyi onlarca yıldır istikrarsızlaştıran çok daha derin bir tarihsel çatışmanın sonucudur.

Gazze: Kuşatılmış Bir Yaşam

Bu savaşın en ağır bedelini yine siviller ödüyor. Gazze, 1948’den bu yana yerinden edilmiş Filistinlilerin sıkıştırıldığı, dört bir yanı kapalı bir coğrafya. Bugün burada yaşayanların büyük çoğunluğu, sürgün edilmiş ailelerin çocukları ve torunları. 365 kilometrekarelik dar bir alanda 2,2 milyon insan yaşamaya çalışıyor. Bu yalnızca nüfus yoğunluğu değil, aynı zamanda hareket etme özgürlüğünün, üretmenin ve yaşamanın kısıtlanması anlamına geliyor. 2006’dan bu yana kara, deniz ve hava ablukası, Gazze’yi dünyadan neredeyse tamamen koparmış durumda. Okuma-yazma oranı yüksek ama bu, yoksulluktan ve işsizlikten kurtulmaya yetmiyor. Genç işsizlik %60’ın üzerinde. Gençler çalışamıyor, seyahat edemiyor, hayata karışamıyor. Ufukları, denizin kenarında bitiyor; çünkü o deniz bile kuşatma altında. Kadınlar hem savaşın hem de yoksulluğun en ağır yükünü taşıyor. Bir yandan yaşamı sürdürmek için dayanışma ağları kuruyor, bir yandan da giderek artan belirsizlik ve şiddetle mücadele ediyor. Çocuklar, büyümekten çok hayatta kalmaya çalışıyor. Bir zamanlar sahilinde balıkçı tekneleri, kafeler, tiyatrolar olan Gazze, bugün yıkılmış binaların, bombalanmış hastanelerin ve yarım kalmış hayatların coğrafyasına dönüşmüş durumda.

Gazze’de yaşanan, sadece savaş değil. Bu, sistematik bir kuşatma ve uzun vadeli bir yok etme politikası. Elektrik, su, ilaç, yakıt, gıda… Her şey başka bir ülkenin iznine bağlı. Bir toplumun nefes alma hakkı dahi kontrol ediliyor. Bu, 21. yüzyılın en açık ama en fazla görmezden gelinen insan hakları ihlallerinden biri. Bir halk, yalnızca toprağından değil; özgürlüğünden, geleceğinden ve yaşam hakkından mahrum bırakılıyor.

Ve aslında bu manzara, yalnızca Gazze’ye özgü değil. Gazze’nin yıkılmış mahallelerinden Ege’nin zeytinliklerine kadar, dünyanın pek çok yerinde yaşam alanlarına saldırılar devam ediyor. Kimi zaman savaşla, kimi zaman yasalar ve ruhsatlarla. Ortak nokta hep aynı: İnsanların doğayla, toprakla ve yaşamla kurduğu bağ koparılıyor. Şunu unutmamalıyız ki yaşam alanı yoksa barış da mümkün olamaz!

Tanıtımlar
Künye
MAKİNA MÜHENDİSLERİ ODASI İZMİR ŞUBESİ ADINA SAHİBİ
Ziya Haktan Karadeniz
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Evrim Aksoy
BÜLTEN YAYIN KOMİSYONU SORUMLU YÖNETİM KURULU ÜYELERİ
Burcu Başpişirici
YAYINA HAZIRLAYAN
Orhan Bilikvar
YAYIN TARİHİ
3 TEMMUZ 2025
YÖNETİM YERİ
MMO Tepekule Kongre ve Sergi Merkezi Anadolu Cad. No: 40 K: M2 Bayraklı - İZMİR
Tel: (232) 462 33 33
Faks: (232) 486 20 60
www.mmo.org.tr/izmir
Yerel Süreli Yayın
MMO İzmir Şube yayın organı MMO üyelerine ücretsiz gönderilir.
Gönderilen yazıların yayınlanıp
yayınlanmamasına, TMMOB Makina
Mühendisleri Odası İzmir Şubesi
Yönetim Kurulu karar verir.
Yayımlanan yazılardaki sorumluluk
yazarlarına ilan ve reklamlardaki sorumluluk ilanı veren kişi veya kuruluşa aittir.
Bülten’e gönderilen çeviri yazıların kaynağı mutlaka belirtilir. Gönderilen yazılar, yazarlarına geri verilmez.
Bu web sitesi çerez kullanmaktadır
Sitemizin çalışması için gerekli olan çerezleri kullanıyoruz. Siteyi kullanmaya devam ederek bunları kabul etmiş olursunuz.
Bizi Takip Edin
MMO İZMİR
MMO
TMMOB