418. Bülten’den

19 Mayıs ve Cumhuriyet; Bir Direniş Mirası

Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil, son derece açık anlamıyla halkın iradesini gasp eden her güce karşı etik bir başkaldırının adıdır. Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te ilan edilmiştir. Bu ilan, yalnızca saltanatın kaldırılmasını ifade etmez, halkın kendi kaderini belirleme hakkının anayasal olarak tanınması anlamına gelir. Atatürk’ün “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” sözü, bu sistemin özüdür. Cumhuriyet sadece bir “yönetim şekli” değil, aynı zamanda bir değerler bütünüdür. Adalet, eşitlik, özgürlük, katılım ve aklın rehberliğinde yönetim, cumhuriyetin yaşam bulduğu alanlardır. Büyük Atatürk, Cumhuriyeti kurarken, salt bir rejimi değil aynı zamanda itaate karşı düşünmeyi, korkuya karşı cesareti, boyun eğmeye karşı direnci inşa etme yolunu oluşturmuştur. Bu yüzden Cumhuriyet, parlamentolardan önce sokakta, halkın tam merkezinde ve kâğıttan önce vicdanlarda kurulursa kalıcılığı teminat altına alınabilir. Büyük önderimizin Cumhuriyet’i gençliğe emanet etmesi, salt bir yaş grubuna güvenmek olarak algılanmamalı, düşünme, sorgulama ve direnme yetisini taşıyan her özneye çağrıda bulunmuş olarak değerlendirilmelidir. Gençlik burada kuşkusuz yeni nesilleri işaret ediyor ancak siyasal ve ahlaki bir duruşu da beraberinde taşıyor. Kötülüğe alışmayan, adaletsizliğe körleşmeyen, güce değil hakikate, dogmaya değil akla yaslanan zihinlerdir asıl mirasçılar. Bu nedenle gençlik, doğrudan doğruya bir direniş potansiyelidir. Zulme karşı vicdanın, karanlığa karşı aklın, teslimiyete karşı iradenin adıdır. Atatürk’ün bu güveni, bireyi yalnızca devletin sadık bir yurttaşı olmaya değil, gerektiğinde, devletin halktan koptuğu noktada onu sorgulayan bir özne olmaya çağırır. O yüzden Nutuk’taki hitap, yalnızca bir “gençliğe sesleniş” olmayıp aynı zamanda, gelecekteki muhtemel yozlaşmalara karşı bir tarihsel uyarı ve görev çağrısıdır.

Bu çağrı, bugün hâlâ geçerlidir ve her düşünen, her eyleyen gençte yeniden hayat bulmaktadır. Bugün Türkiye’de özellikle son 25 yılda yaşananlar -hukukun araçsallaştırılması, düşünce ve ifade özgürlüğünün bastırılması, eğitimin ideolojik müdahalelerle şekillendirilmesi, kadınların ve gençlerin kamusal alandan dışlanmaya çalışılması -bize şunu açıkça gösteriyor: Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’i gençliğe emanet etmesi bir öngörü değil, derin bir tarihsel sezgidir. İşte bu nedenledir ki 19 Mayıs, yalnızca bir kurtuluşun değil her kuşakta yeniden yeşeren özgürlük idealinin, düşünmenin ve direnmenin bayramıdır. Kutlu olsun.!

Kötülüğün Sıradanlaşması Bağlamında Türkiye

“Bana en korkunç gelen şey, kötülüğün çoğu kez radikal değil, sıradan oluşuydu”[1].

Totalitarizm üzerine çalışmalarıyla tanınan ünlü Alman filozof ve siyaset bilimci Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı[2]” kitabında Nazi Almanyası döneminde milyonlarca Yahudinin toplama kamplarına, ölüme gönderilmesinden sorumlu SS yetkilisi Karl Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki yargı sürecini ele alıyor. Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann’ın sadist bir canavardan ziyade, normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeken Arendt, özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurguluyor. Ona göre kötülük, karanlık dehlizlerden fırlayan, gözleri kanlı canavarlardan değil; “sadece görevini yapan” sıradan insanlardan, düşünmeyen bürokratlardan, sorgulamadan itaat edenlerden besleniyordu. Adolf Eichmann örneği, bu kör itaatin insanlığa neye mal olabileceğini bütün çıplaklığıyla gösteriyordu. Bugün Türkiye’de yaşananları bu kavramla okumak, yalnızca tarihsel değil, ahlaki bir zorunluluktur.

Türkiye’de son çeyrek yüzyılda kurumsal çöküş yalnızca hukuki ya da siyasal değil, ahlaki bir çözülmeye de işaret ediyor. Devlet aygıtı içinde kararlar artık yasaya değil, yukarıdan gelen buyruklara göre şekilleniyor. Otoriterleşmenin derinleştiği bu süreçte, tek adam rejimi, sadece bir kişiyle sınırlı kalmayıp toplumun tüm damarlarına sinmiş bir biat kültürünü yeniden üretiyor. Savcı “talimat” doğrultusunda iddianame hazırlarken, hakim “yüksek merciler”den gelen baskıyla karar veriyor. Kaymakam, rektör, müdür emir alıyor, sorgulamıyor. Bürokrat, kamu görevlisi, öğretmen ya da akademisyen kendi vicdanını değil, sistemin dayatmasını gözetiyor. Yetkili konumdakiler Arendt’in tanımladığı gibi, “Ben sadece görevimi yaptım” diyerek sorumluluktan sıyrılıyor. İşte kötülük bu noktada sıradanlaşıyor. İtaat, aklın yerini alıyor. Biat, ahlakı boğuyor. Düşünmek ise tehdit olarak görülüyor. Tüm bunlara diremeye çalışanların acilen görevine son veriliyor ve haklarında soruşmalar açılıyor. Diplomalar iptal ediliyor hak edilerek sürdürülen etik yaşamlar bireylerin elinden sökülüp alınıyor. Yandaş medya yalanı çoğaltıyor, gerçeği sansürlüyor.

Gençlik: Biat Etmeyen, Düşünen ve Cezalandırılan

Bu sistemin en çok hedef aldığı kesim ise gençlerdir. Çünkü gençlik, doğası gereği alışkanlığa değil sorgulamaya, itaat etmeye değil dönüştürmeye yatkındır. Üniversitelerde kayyım rektöre karşı ses yükselten, kadın cinayetlerine karşı sokakta olan, barış, eşitlik ve özgürlük talebiyle yürüyen, kampüste ya da sosyal medyada düşüncesini dile getiren gençlik  “tehlikeli unsur” gibi görülüyor. Gençlerin “barınamıyoruz” dediği için gözaltına alınması, Boğaziçi Üniversitesinde kayyıma karşı durduğu için kelepçelenmesi, sosyal medyada düşüncesini yazdığı için hakkında soruşturma açılması, LGBTİ+ bayrağı taşıdığı için yargılanması yalnızca muhalefeti değil, geleceğin özgür düşüncesini boğma çabasıdır. Arendt’in sorduğu soruyu burada yinelememek elde değil: “Bunca kötülük nasıl bu kadar kolayca mümkün oluyor”?

Gençliğin baskılanması yalnızca bugünün değil, geleceğin susturulmasıdır. İktidarların en çok korktuğu şey her zaman kendini ifade eden, ezber bozan, sorgulayan gençliktir çünkü o gençlik, sistemin dayattığı suskunluğun karşısına özgür düşünceyi koyar. Ve belki de bu yüzden her dönemde en fazla onlar hedef alınır: Çünkü gençlik, yalnızca yaş değil, direnişin en taze biçimidir. Türkiye’de her gözaltına alınan öğrenci, susturulmak istenen her genç ses, aslında düşünmenin suç sayıldığı bir düzene yöneltilmiş etik bir sorudur. Ve bu sorunun cevabı henüz verilmiş değildir.

Sözün Yarıda Kaldığı Yer

“Zulüm, yalnızca şiddetle değil; sessizlikle de beslenir” Sırrı Süreyya Önder

Sesiyle, sözüyle, zekâsıyla ve cesaretiyle bu topraklarda düşüncenin karanlığa boğulmasına izin vermeyen, sanatçı-siyasetçi Sırrı Süreyya Önder yaşama veda etti. Onun kaybı, sadece bir milletvekilinin değil, sözün cesaretinin, mizahın direncinin ve sanatın özgürleştirici gücünün eksilmesidir. Önder, siyaseti bir kariyer basamağı olarak değil, halkın vicdanıyla kurulmuş bir gerçeklik zemininde, şiirle, acıyla, ironinin yumuşatıcı gücüyle örülmüş bir direniş hattı olarak kurdu. Barış sürecinde üstlendiği rol, klişelerin dışına çıkan dili, cezaevinden meclis kürsüsüne, oradan da halkın kalbine uzanan hayatı ile düşüncenin bedel ödemeden var olamayacağı bir coğrafyada, nasıl ayakta kalınabileceğinin sahici tanıklığıydı.

Renkli kişiliğiyle sadece sanat yaşamına değil Türkiye siyasetine de farklı bir dil getirdi. Sırrı Süreyya, bu ülkenin düşünsel çatısını renklendiren, siyasal dili estetikle, mizahla ve vicdanla buluşturan ender figürlerden biriydi. O, sözün sadece anlamla değil, üslupla da direniş haline gelebileceğini gösterdi. Ne söylediği kadar, nasıl söylediği, hangi anda ve hangi susuşla söylediği de hafızalarda iz bıraktı. Kimi zaman bir şiirin en kırılgan yerinden, kimi zaman sert bir mizahın en keskin ucundan konuştu. Ama hep, yoksulun, ötekileştirilmişin, susturulmuşun sesiyle. Onu unutulmaz kılan şey yalnızca kimliği değildi, siyaseti, sanatı ve ahlakı aynı anda taşıyabilen bir bütünlükte var olmasıydı. Erken vedası barışçıl söze, düşünen siyasete ve özgür fikre dair duyduğumuz ihtimali biraz eksiltti ancak bu topraklarda fikirlerin öldürülemeyeceğini biliyoruz ve inanıyoruz.  “Ben, yazıyla, sözle, hakikatle yaşadım. Ve bu toprakların geleceğine inanarak”. Ve şimdi onun ardında bıraktığı boşluğu, suskunlukla değil, düşünerek, direnerek ve hatırlayarak doldurma zamanı.


[1] Hannah Arent-Kötülüğün Sıradanlığı

[2] Kötülüğün Sıradanlığı-Adolf Eichman Kudüs’te-Metis Yayınları-2022

Tanıtımlar
Künye
MAKİNA MÜHENDİSLERİ ODASI İZMİR ŞUBESİ ADINA SAHİBİ
Ziya Haktan Karadeniz
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Evrim Aksoy
BÜLTEN YAYIN KOMİSYONU SORUMLU YÖNETİM KURULU ÜYELERİ
Burcu Başpişirici
YAYINA HAZIRLAYAN
Orhan Bilikvar
YAYIN TARİHİ
4 HAZİRAN 2025
YÖNETİM YERİ
MMO Tepekule Kongre ve Sergi Merkezi Anadolu Cad. No: 40 K: M2 Bayraklı - İZMİR
Tel: (232) 462 33 33
Faks: (232) 486 20 60
www.mmo.org.tr/izmir
Yerel Süreli Yayın
MMO İzmir Şube yayın organı MMO üyelerine ücretsiz gönderilir.
Gönderilen yazıların yayınlanıp
yayınlanmamasına, TMMOB Makina
Mühendisleri Odası İzmir Şubesi
Yönetim Kurulu karar verir.
Yayımlanan yazılardaki sorumluluk
yazarlarına ilan ve reklamlardaki sorumluluk ilanı veren kişi veya kuruluşa aittir.
Bülten’e gönderilen çeviri yazıların kaynağı mutlaka belirtilir. Gönderilen yazılar, yazarlarına geri verilmez.
Bu web sitesi çerez kullanmaktadır
Sitemizin çalışması için gerekli olan çerezleri kullanıyoruz. Siteyi kullanmaya devam ederek bunları kabul etmiş olursunuz.
Bizi Takip Edin
MMO İZMİR
MMO
TMMOB