Bizi Soyanlar Yoksul ve Göçmen Değil, Buralı ve Zengin!

Ken Loach, 60 yıllık sinema yolculuğunu geçen yıl gösterime giren The Old Oak filmi ile sonlandırdığını duyurdu. Pek çok insanın sinemayı sevmesini sağlamış olan ve yapımlarıyla işçi sınıfının yönetmeni olan Loach, hem sinemasıyla hem de ezilenlere gösterdiği dayanışmayla adını sinema tarihine yazdıran bir yönetmen oldu. 2023 yılında ilk gösterimi Cannes Film Festivali’nde yapılan The Old Oak filmi, tıpkı “Ekmek ve Güller”, “Üzgünüz Size Ulaşamadık”, ‘“Ülke ve Özgürlük” filmleri gibi toplumsal sorunların işlendiği bir başka yapım olarak işçi-emekçi filmleri arasında yerini aldı. Sinema yaşamı boyunca yoksulluk, güvencesizlik, sendikal haklar, neoliberal ekonomi ve sınıf çatışması gibi konuları işleyen Loach, The Old Oak ile göçmen-mülteci sorunu üzerine bir yaklaşım göstererek sınıf dayanışmasının önemini vurguluyor. Hikaye, İngiltere’nin kuzeyinde yer alan ve ünlü madenci grevleriyle hafızalarda yer kazınmış bir kasabada geçmekte. 1984’te dönemin başbakanı Margaret Tratcher neoliberal politikalar yoluyla madenleri devlet gücü kullanarak kapattırıyor.[1] Yürütülen politikalar sonucu grevler bastırılmış, madenler kapatılmış; bir kısım kasabalı göç etmek zorunda kalmış, kalanlar ise iş yerlerinin ve çalışma alanlarının yavaş yavaş kapanmasıyla beraber yoksulluğa ve güvencesiz yaşama itilmiş. Filmde ise 2016 yılında Suriye’de yaşanan ‘iç savaş’ sonucu yerlerinden edilmiş ve bu kasabaya sığınmış mülteciler ile yıllardır orada yaşayan, yoksullaştırılmış kasabalı filmin iki ana dinamiği konumunda. Kasabalının, yıllar içerisinde giderek biriken öfkesi filmin açılış sahnesiyle birlikte sorunların kaynağından çok uzakta, kasabaya gelen mültecilere yöneliyor; nefret söylemleri ve şiddet ile pratikleşiyor. Öteki, gelişiyle mevcut sorunların sorumlusu olarak tüm yükü omuzlamak zorunda bırakılarak bu söylemlerin merkezinde konumlandırılıyor. Öyle ki yerli halk kendinden aşağıda gördüğü mültecileri suçlamanın dayanılmaz hafifliğine girişiyor.

Bir tarafta savaştan kaçmış insanlar, diğer tarafta yoksulluğa mahkum edilmiş kasabalıyı gördüğümüz filmde bir de mülteciler ile dayanışma gösteren insanlar ön plana çıkmakta. Ev içi zorunlu eşyaların temininden, gıda, giyim, bebek bezi vb. temel ihtiyaçların bir dayanışma ağı kurularak sağlandığı ortak bir yaşam büyütülüyor. Kasabalı ise zamanında sahip oldukları ev için gurur duymalarının artık bir anlam ifade etmediğini ve kasabadaki evlerin yok pahasına istemedikleri bu insanlara satılmasına isyan ediyor. Yıllardır vakit geçirdikleri, kafa dağıttıkları kasabanın tek barı olan The Old Oak’ta yine istemedikleri bu insanları görmeleri ise duyulan nefretin iyice körüklenmesine neden oluyor. Babası maden grevlerine aktif katılmış bar sahibi TJ Ballentyne ile Yara arasında gelişen dostluk ise hem kasabalı hem de ikili için faydalı bir ilişkiye dönüşüyor. Bar arkasında bulunan kilitli odada hem yerli halk hem de mülteciler için ortak bir alan kuruluyor. Grev döneminde madencilerin dirençlerini kırmak için atılan adımlara karşı kurulan mutfak-sofra ile ‘birlikte yiyen birlikte kalır’ anlayışı yeniden filizleniyor. Egemenlerin olmadığı bu alanda her türlü farklılıklar yerini ortak bir yaşam olgusuna bırakıyor. Ancak nefret söylemleri yerini eylemlere bırakıyor ve kurulan bu dayanışmaya yönelik sabotaj gerçekleşiyor. TJ ise sorumlulardan biri olan çocukluk arkadaşı ile yüzleşerek film boyunca duyulmak istenen gerçekleri bir çırpıda ağzından döküveriyor:

‘Bütün köyün durumuna bak. Yıllardır başımıza gelen saçmalıklara bak. İkimizin babasının başına gelenler… Suriyeliler buraya gelmeden çok önceydi…/ Hayat kötüye gittiğinde hepimiz bir günah keçisi ararız. Asla yukarı bakmıyoruz. Her zaman aşağıya bakıyoruz. Altımızdaki zavallıları suçluyoruz. Bu her zaman onların hatasıdır. Bu, zavallıların yüzlerine damga vurmayı kolaylaştırıyor değil mi?’

Filmin içeriğine kısaca bu şekilde değinilebilir. Ancak Loach’un iki durumu anlatışının eksikliğini belirtmekte fayda var. Öncelikli olarak film içerisinde bahsedildiği gibi Suriye’de olanlar ‘iç savaşa’ indirgenemez. Emperyalist ülkelerin orta doğu halklarına yönelik sömürüye dayalı politikalarını uygulamaları açısından Suriye özel bir savaş alanı görevi görüyor. Bu yüzden bölgede yaşanılanlar için söylenebilecek doğru tanımlardan biri ‘çok yönlü emperyalist bir savaş’ olmalıdır. Bir diğer konu ise ‘iyi bir öteki’ olma halinin kabul edilebilirliğin ön koşulu olarak bizlere sunuluyor olması. Kapitalizmin posasını çıkarıp geriye canlarından başka bir şey bırakmadığı bu davetsiz misafirlerin başlarına gelen her şeyi bir kenara bırakıp ‘iyilik meleklerine’ dönüşmeleri isteniyor. Peki iyi ve anlayışlı olmayan mültecileri kabul etmemiz de mümkün mü?

“Sinema ne sanattır ne de hayatın kendisi; ikisinin ortasında bir şeydir” diyen Godard’a kulak kabartıyor; sanatın bize görüntülerle düşünmeyi yeniden öğretebildiğinin bilinciyle hayatın kendisi ile ilgilenmenin zorunluluğuna girişmeyi doğru buluyorum. Sahi tüm dünyayı kasıp kavuran ve ülkemizde de yıllardır gündemdeki sıcaklığını hiçbir biçimiyle yitirmeyen bu mülteci sorunu nedir? Bunun için tarihsel süreçleri inceleyerek anlamak ve en önemlisi geçmişle yüzleşmek gerekiyor.

Kölelik, Ucuz İş Gücü, Küreselleşen Ekonomi  

Kölelik, yazılı tarihten çok eski olan pek çok uygarlık tarafından günlük yaşamın normalleşmiş bir gereği olarak görüldü ve iktisadi bir gerçeklik olarak kılıfına uyduruldu. Antik çağda yaşamış pek çok medeniyet bu sistemden faydalandı. Musevilik ve Hristiyanlık inançlarının sosyal ve siyasi yaşamdaki değişimlere olan etkisi ise köleliği kaldırmak gibi bir yaklaşım ile ilgilenmeyerek devamlılığı esas gördü. Müslüman toplumlarda da yine benzer biçimde kesin bir tavır konulmamakla birlikte ağır şartların hafifletilmesine yönelik politikalar izlendi. Doğu Roma İmparatorluğu’nun çökmesiyle feodalizm gelişti ve yavaş yavaş toprağa bağlı köleliğe geçiş yapıldı. 15. yüzyılda Amerika kıtasının keşfiyle birlikte ‘transatlantik köle ticareti’[2] başladı. Keşfedilen bu yeni dünyanın yerli halkı katledildi, kurtulanlar ise farklı bölgelere göç etmek zorunda bırakıldı. İşgal edilen bu topraklara ve Avrupa’ya gönderilmek üzere milyonlarca Afrikalı yerlerinden edildi; geri dönmemek üzere kıtadan ayrılmak zorunda kaldı. Afrika’nın batı sahilinde bulunan Gorée ve Saint Louis ise bu ticaretin merkezleri olarak kullanıldı. 19. Yüzyıl ortalarına doğru bazı Avrupa ülkeleri köleliğin kaldırılması yönünde adımlar attı. Osmanlı’da ise 1847 yılında yayımlanan bir ferman ile köle ticareti resmi olarak yasaklandı. Milletler Cemiyeti’nin 1926’da aldığı kararla birlikte kölelik tüm dünyada yasaklanmış oldu.[3]

Avrupa’nın kara leke olarak gördüğü bu 500 yıllık tarih boyunca milyonlarca insan evinden ve canından oldu. Köleliğin olmadığı yeni dünya düzeninde ise artık ücrete dayalı emek gücü hayatlarımıza girdi. Sanayinin gelişmesiyle birlikte sermaye ve kapitalistler kendi ücretli kölelerini oluşturdu. Hammadde ihtiyacı ve sömürgeleştirilen toprakların el değiştirmesi ise sömürgeci devletler arası çatışmalara ve 1. ve 2. paylaşım savaşının yaşanmasına neden oldu. Sonucunda ise küreselleşen emperyalizm, ucuz iş gücü olarak gördüğü ülkelere rahatlıkla girdi, sisteme dahil oldu ve yerli kapitalist güçler ile ortak hareket etmeye başladı. Vietnam, Afganistan, Irak gibi ülkelere özgürlük götürdüğünü iddia edenler benzer özgürlüğü Suriye’ye de götürmeye girişti. Sonuçta milyonlarca insan sahip oldukları pek çok şeyi geride bırakıp farklı ülkelere/kentlere göç etmek zorunda kalarak sermayedarların kapanına sıkıştı. Türkiye 15 Haziran 2023 itibarıyla 3 milyon 351 bin 582 Suriyeli ile en fazla göçmen barındıran ülke oldu.[4] Son on yıl içerisinde yaşanılanlar düşünülürse, Türkiye Cumhuriyeti’nin, farklı etnik kimliklere yaklaşımının ve göçmen politikalarının nasıl olduğuna da bakmak gerekiyor.

Ulus-Devlet Çizgisinde Ötekinin Reddi

Osmanlıcılık anlayışının tümüyle yok olduğu 20. yüzyıl başlarında Türkçülük anlayışı hakim kılınarak cumhuriyetin temelleri atılmış oldu. Parçalanan imparatorluğun üzerine inşa edilen yeni devlet sınırları içerisinde yaşayan farklı etnik kökenlere ve gayrimüslimlere yönelik toplum mühendisliği çalışmalarına girişildi. 1922 yılında Büyük İzmir Yangın’ı olarak bilinen ve 4 gün boyunca söndürülmeyen yangında, binlerce Rum-Ermeni taşınmazı yakıldı, tahrip edildi. Gayrimüslimler ise göç etmek zorunda bırakıldı.[5] 1923 yılında Türkiye-Yunanistan arasında yapılan mübadele ile din-ırk esaslı bir takas yapıldı; seçme şansı tanınmayan insanlar yerlerinden edildi. 1925’te çıkarılan Şark Islahat Planı ile Kürtler asimilasyon politikalarına maruz kalarak göçe zorlandı.[6] 1934 yılında Trakya pogromuyla binlerce Yahudi ülke dışına göç etmek zorunda kaldı.[7]  Aynı yıl çıkarılan İskan Kanunu ile toplum, başta Kürtler olmak üzere -Türkçe bilen-bilmeyen/Türk kültürüne yakın-uzak- gruplara ayrıldı.[8] 1942’ye gelindiğinde ise Varlık Vergisinin çıkarılmasıyla beraber ülke içerisinde sermaye hızlı bir şekilde el değiştirerek yerli ve milli kapitalistlere aktarıldı.[9] Gayrimüslimlerin mallarına el konuldu, binlercesi yerlerinden edildi ve göç etmek zorunda bırakıldı. 1955’e gelindiğinde 6-7 eylül olayları/İstanbul pogromu yaşandı.[10] Ardından benzer bir göç dalgası daha yaşandı. 1980 darbesi ile birlikte ise yeni bir faza geçildi.

Geçmişte olduğu gibi bugün de kendinden farklı olanı kabul etmeme, dışlama ve ötekileştirme politikasının sonucu olarak binlerce insan göç etmek zorunda kalmakta; ucuz iş gücüne ihtiyaç duyan sermayeye peşkeş çekilmekte. Ekonomik kriz siyaseti yürütülerek; sorumlu olanın farklı etnik kimliğe sahip insanlar, göçmenler ve mülteciler olduğu gösterilmekte. Gerçek şu ki mevcut sorunların ne sorumlusu ne de parçası mülteciler değil. Bizlerin aksine bu göçmen kent yoksulları, günü yaşamakta; plansız, geleceksiz ve hayalsiz. Dünyanın pek çok ülkesinde, yerinden edilmiş milyonlarca insan en temel ihtiyaçlarını karşılamak için insani olmayan şartlara ve paralara çalışmak zorunda kalıyor. Bunun sonucunda iş gücü rekabeti ve ırkçılığı oluşarak, göçmene yönelik nefret politikaları geliştirildi. Yabancılık inşası kurularak linç kültürü ve nefret söylemleri/eylemleri normalleştirildi. Yurttaşlık hakkına sahip olmayan insanlar sürekli yabancı statüsü içerisinde tutuldu. Göçmen olmayan yerli halk yüceltilerek kurbanlaştırıldı ve kötü durumda bulunan mültecilere yönelik inkar söylemleri yükseldi. Mülteciler, insansızlaştırıldı. Afgan İşçi Vezir Mohammad Nourtani’nin kaçak madende çalışırken işverenlerce katledilmesi ve sonrasında ormana götürülüp yakılarak gömülmesi, yabancı görülene cenaze hakkının bile tanınmadığı bir nefreti gösterdi.[11] Ancak yaşanılan katliam medya tarafından ‘vahşet’ olarak okunarak siyaset dışı bir tarafta konumlandırıldı. Altındağ ve Kayseri’de ise mültecilere yönelik linç girişimleri de geçmişte yaşanılanlardan ders çıkartılmadığı gibi aynı siyasi anlayışın devam ettiğini gösterdi. O halde şunu görmek gerekiyor; sokakta göçmen dövmenin normalleştiği, kendinden olmayana yaşam hakkı bile tanınmadığı bir ortamda sizi bundan koruyan bir şey yoktur. Tamamen zaman meselesidir.

Geçmişle Yüzleşerek Bugünü İnşa Etmek

Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da yükselişe geçen ırkçılık söylemleri sorunları iyice çıkmaza sürüklüyor. Bu ideolojik zehirlenmeye karşı panzehir olarak göçmenler ile dayanışmalı, ortak yaşam kurabilme anlayışı geliştirilmelidir. Loach da filmde tam olarak bize bunu gösteriyor. Dayanışmanın gücünü ve anlamını göstermek konusunda son derece güzel bir iş çıkarmış. TJ, yaralı ve umudunu kaybetmişken köpeği Marra ve sonrasında ‘iyi bir öteki’ olan Yara’nın da yardımıyla yaşama tutunuyor ve ortak mücadele ile dayanışmayı büyüten ve çoğaltan birlikteliğe öncülük ediyor. Geçmişle yüzleşen ve gelecek adına umutla bakmasını sağlayan ise egemenlerin olmadığı bir sofrada farklı kimliklerin ve inançların sorun olmadığı; tek gerçeğin adil ve ortak bir yaşam sürmek olduğu anlaşılıyor. Loach’un da değindiği gibi geçmişte yaşatılan acıları, kaybedilen canları ve yitirilmiş yaşamları görmezden gelmemek ve yüzleşmek gerekiyor. Çünkü zamansız suçların zaman aşımı olmadığı gibi geçmişle tümüyle yüzleşmeden onurlu bir gelecek kurulamayacaktır. Yaşamlarımızı ve yeniden üretimimizi başkalarının acıları üzerine kurmayı, kendimizi onlardan ayrı tutmayı reddetmedikçe, hiçbir ortak alan da mümkün değildir. Filmin çekildiği tarihlerde gerçekte de yapıldığını öğrendiğim yürüyüşte görünen bir pankartta yazılanlar ise ortak tavrın ne olması gerektiğini yine bizlere anlatıyor: ‘Bizi soyanlar yoksul ve göçmen değil, buralı ve zengin!’

Kaynak

[1] https://tarihdergi.com/neoliberalizmin-ilk-saldirisi-ingiliz-iscilerin-son-raundu / https://www.bbc.com/news/uk-england-68244762

[2] Delibaş, H. (2019). Transatlantik Köle Ticaretine Dair Bir Analiz (Gorée ve Saint Louis Köle Ticareti), AHBV Akdeniz Havzası ve Afrika Medeniyetleri Dergisi, 2(1),32-42.

[3] Esaretin Meni Hakkında 25 Eylül 1926 Tarihli Sözleşme (1926 Kölelik Sözleşmesi)

[4] https://archive.md/EfI2l  / Dünyada 108,4 Milyon Kişi Zorla Yerinden Edilmiş Durumda, Murat İltir

[5] https://bianet.org/haber/1922-izmir-yanginini-yeniden-dusunmek-47515 / https://birikimdergisi.com/guncel/8522/izmirin-hafizasi / ‘Farklı Bir İzmir Tarihi’, ‘Ganimet Şehir İzmir’, Talat Ulusoy

[6] https://www.avrupademokrat3.com/devletin-gizli-kurt-anayasasi-1925-sark-islahat-plani/ Şark Islahat Planı, Mehmet Bayrak, 2009

[7] https://www.avlaremoz.com/tag/1934-trakya-pogromu-2 / 1934 Trakya Olayları, Rıfat N. Bali, 2008

[8] İsmail Beşikçi, Bilim Yöntemi Türkiye Uygulaması I: Kürtlerin Mecburi İskânı, Komal Yayınları,1977

[9] Babam Aşkale’ye Gitmedi, Zaven Biberyan, 1998 / Başkalarının Acısına Bakmak, Susan Sontag, 2004 / Toplumsal Hafıza ve Varlık Vergisi, Rıfat N. Bali

[10] ‘6-7 Eylül 1955 Olayları, Rıfat N. Bali’/ ‘6-7 Eylül’le yüzleşecek miyiz?, Yetvart Danzikyan’ / ‘6-7 Eylül yağmasının yaralarını sarmak, Ayşe Hür’ /

[11] https://www.gazeteduvar.com.tr/yakilarak-oldurulen-afgan-madenci-davasi-cak-bir-cakmak-dayioglu-haber-1695039

Tanıtımlar
Künye
MAKİNA MÜHENDİSLERİ ODASI İZMİR ŞUBESİ ADINA SAHİBİ
Ziya Haktan Karadeniz
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Evrim Aksoy
BÜLTEN YAYIN KOMİSYONU SORUMLU YÖNETİM KURULU ÜYELERİ
Burcu Başpişirici
YAYINA HAZIRLAYAN
Orhan Bilikvar
YAYIN TARİHİ
3 OCAK 2025
YÖNETİM YERİ
MMO Tepekule Kongre ve Sergi Merkezi Anadolu Cad. No: 40 K: M2 Bayraklı - İZMİR
Tel: (232) 462 33 33
Faks: (232) 486 20 60
www.mmo.org.tr/izmir
Yerel Süreli Yayın
MMO İzmir Şube yayın organı MMO üyelerine ücretsiz gönderilir.
Gönderilen yazıların yayınlanıp
yayınlanmamasına, TMMOB Makina
Mühendisleri Odası İzmir Şubesi
Yönetim Kurulu karar verir.
Yayımlanan yazılardaki sorumluluk
yazarlarına ilan ve reklamlardaki sorumluluk ilanı veren kişi veya kuruluşa aittir.
Bülten’e gönderilen çeviri yazıların kaynağı mutlaka belirtilir. Gönderilen yazılar, yazarlarına geri verilmez.
Bu web sitesi çerez kullanmaktadır
Sitemizin çalışması için gerekli olan çerezleri kullanıyoruz. Siteyi kullanmaya devam ederek bunları kabul etmiş olursunuz.
Bizi Takip Edin
MMO İZMİR
MMO
TMMOB